og featured 122

Knight Online Hikâyesi

Bölüm I: Dünya’nın Yaratılışı ve Savaşın Kökleri

Cesaretle savaşırsınız, onurla savaşırsınız… Peki aslında ne için savaşırsınız?

Savaşımızı ve şövalyelerimizin neden savaştığını anlayabilmek için, çoğu insanın unuttuğu bazı gerçekleri yeniden gün ışığına çıkarmalıyız. İçinde bulunduğumuz anlaşmazlıkların kökleri evrenin başlangıcına dek uzanmaktadır. Ne de olsa Dünya, hep bugünkü gibi bir yer değildi.

Bizim zaman olarak adlandırdığımız devirden çok önce, yalnızca mistik bir boşluk ve bu boşlukta dolaşan çok eski ve şekilsiz enerjiler vardı. Değişimin nasıl başladığı bilinmese de, zaman sınırı olmayan bu enerjiler yavaş yavaş varlık buldu ve kendini bir gün hayat olarak telaffuz edilecek kumaşa dokudu. Ve gelişen bu kumaştan bir iplik parçası kendini ayırdı ve tek başına bilinç kazandı.

Bir süre sonra bu bilinç uyandı ve milyarlarca yıl içerisinde birer yıldıza dönüşmüş olan yoğun enerjiler arasında dolaştı. Bu cansız yıldızları seyrederken ilk kez bir duyguyu, üzüntüyü hissetti.

Bilinç kazanmış olan Logos adındaki bu güç, hayat yaratma görevini üstlendi. Günlerce, ileride Carnac olarak anılacak dünyayı şekillendirdi. İlk önce yeri yarattı, en yüksek dağları ve en derin vadileriyle. Ardından masmavi gökyüzünü oluşturdu ve onu bulutlar ile süsledi. Görevini tamamladığını düşünen Logos, rahatlamıştı.

Yarattığı dünyayı yukarıdan izledi ve dağların zirvelerini süpüren serin rüzgar ile keyiflendi. Bulutlara dokundu ve daha önce hiç bilmediği o hissi, ıslaklığı hissetti; tadına baktığında ise suyun saflığı ve tazeliği karşısında hayrete düştü. Bir süre sonra karanlık ve kuru olan yere baktı ve ilk defa, dağlar dışında dünyanın hiç de güzel görünmediğini farketti. Dünya canlı değildi; ne konuşuyor, ne de gelişiyordu. Başlangıçtaki enerjilerin aksine, ölümsüzlükten çok uzaktı.

Bulutlardaki nemi düşündü ve tecrübe ettiği o hazzı hatırladı. Ardından toprağın da bu hazzı hissetmesi için bulutlara yağmuru emretti, ve isteği gerçekleşti. 49 gün boyunca yağan büyülü yağmur ile suların kayaları yontmasını sağladı, vadileri su kapladı ve okyanuslar oluştu. Kısa zamanda bu dünya, kasvetli bir boşluktan sarkan turkuaz bir mücevher gibi fevkalade bir görüntüye kavuştu; ancak Logos tatmin olmamıştı. Yarattığı nehirlerin, okyanusların ve göllerin ihtişamına tanıklık edecek birilerinin olması gerektiği kanaatindeydi. Kayalar ve dağlar tek başlarına görkemliydi, fakat hiçbirinde hayat yoktu.

Logos, dağları şekillendirmekte kullandığı topraktan kalan son enerjiyi kullanarak hayatı yarattı. Artık suda yüzen balıklar ve toprakta yetişen ağaçlar vardı. Ardından yeryüzünde hayvanlar belirdi ve kuşlar gökyüzünde büyük bir zerafet ile süzülmeye başladı. Ve son olarak Logos, kendi görüntüsünün bir yansıması olan insanları yarattı. Kendisi gibi dünyayı kendi ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirebilme gücüne sahip olan ilk insanları, büyük nehirlerin yanına yerleştirdi. Orada, gelişmeleri için gereken her şeye sahiptiler.

Bir müddet her şey yolunda gitti. İnsanlar tarafından artık bir Tanrı olarak adlandırılan Logos, hoşnuttu. Yarattıkları da hallerinden memnundu ve kendilerine bahşedilen dünyanın tadını çıkarıyorlardı.

Oysa yakında hepsinin huzuru bozulacaktı.

İnsan ırkını kendi şeklinde yaratma telaşındaki Logos, bir toprak parçasına biçim vermeyi unutmuştu. Bu toprak parçası, en karanlık vadide, yüzyıllar boyunca, güzel bir şeye dönüşmek için sırasını bekledi.

İlk başta sabırlıydı.

Kendi kendine “Logos’un benim için özel bir planı var.” diye düşünüyordu. “Belki de beni neye dönüştüreceğine henüz karar veremedi.

Ancak biraz ilgi gösterilip sonra terkedilen her şuurlu varlıkta olduğu gibi sabrı tükendi ve öfkesi kabardı. Logos’unkine benzeyen zekâsı sayesinde, bu unutulmuş parça yavaş yavaş kendini şekillendirdi; hatta insanların fiziksel sınırlarının ötesine ulaştı. Geçirdiği her değişimde daha da güçlendi, ve unutulmuş olmanın etkisi ile daha çok nefret ile doldu.

Logos, Unutulan’ı nihayet hatırladığında, her şey için çok geç olmuştu. Unutulan, kendine Pathos adını veren bir varlığa dönüşmüştü. Logos’a kafa tutabilecek kadar kuvvetliydi, fakat onun merhametinden, sevgisinden ve kendi benzerini yaratma arzusundan uzaktı. Aksine, Logos’un itinayla yarattığı her şeyi bozmayı arzu etti. İntikam almak isteyen Pathos’un ilk hamlesi, dünyaya Logos’un en başından beri hoşlanmadığı değişimi getirmek oldu.

Pathos’un getirdiği değişim yüzünden dört mevsim, gece ile gündüz, hayat ve ölüm ortaya çıktı. Fakat bu Pathos için yeterli değildi; zira kendisinin duyduğu acıyı ve terkedilmişlik hissini Logos’un da tatmasını istiyordu. Pathos bir avuç kum aldı, ve her bir kum tanesini, ileride insanlığın günahları olarak anılacak en karanlık dürtü ve duygular ile doldurdu. Ardından insanoğlunun doğasına ektiği her zerre ile birlikte, insanlar Logos’a yüz çevirmeye başladı. Aç gözlülüğü, şehveti, ve üstün gelip yok etme arzusunu öğrendiler.

Pathos’u durdurmaktan aciz Logos ağladı.

Bölüm II: Kaosun Başlangıcı

Pathos’un dünyayı değiştirmesinin üstünden epey zaman geçti. Logos’un kendi ebedi zekası için sürekli dünyayı elinde tutma çabası, ölümün yaratılışıyla parçalanmıştı. Kumaş değişmişti, çünkü yaşayanlar ölürse yeni hayat onların yerini alıyordu. Logos’un yaratma gücü vardı fakat yenileme gücü yoktu. Bu arada her ne kadar Pathos’un isteği dışında olsa da, ölüm ve yaşam arasındaki farklılık yeni bir varlık oluşturdu. Ölüler tarafından geride bırakılan enerjiden yeniden hayat oluşturma görevi yeni bir tanrıya düştü. Bu hayat tanrıçası Akara’ydı.

Dünya ile çok az ilgilenen Logos ve Pathos’dan farklı olarak, Akara her canlı ile iletişim halindeydi. Yaşlıların yaşlanıp ölmesini izledi ve yerlerine gençlerin gelmesini sağladı. Dünya’da yaşayan canlıları anlamayı öğrendi. Onların gerçek yaratıcısı olmamasına rağmen, kendisi yaratmış gibi sevdi. Zamanla, Logos’un daha da uzaklaştığını farketti. Logos yarattıklarının değiştirilmesinden doğan acıya katlanamayacağından, onları ihmal etti.

Akara, “Belki bu çocukların yükümlülüğünü ben almalıyım.” diye düşündü.

Kaderde olduğu gibi, onları kendine ait yapma girişimi geri çevrildi. Logos yarattıklarından daha da uzaklaşacağından korktu. Akara’ya sorumluluklarına geri döneceğine söz verdi. Tanrıça, bu sözden tatmin oldu ve bu isteğinden vazgeçti. O ilgilenilen bir dünya istiyordu. Kendisi dahi bunu farketmemiş olmasına rağmen, içten içe bu onurun kendisine ait olmasını istedi.

Logos sözünü yerine getirirken, Pathos tekrar ortaya çıktı. O Logos’un ilk yarattıkları olan, rüzgarı hissettiği ve bulutlara dokunabilmesini sağlayan dağlara zarar vermeye kararlıydı. Rahatlıkla, Carnac’ın özündeki ateşi çağırdı. Daha evvelden beri duran güçler eridi ve dağların zirvesine gelip lav kraterlerini oluşturdu. Logos çok sevdiği dağlarının yok olmasından korkup Pathos’u durdurmakta yavaş kalmıştı. Pathos dağlara darbe vurup her volkana zarar veriyordu. Yok edici güçler akarak önlerine çıkan her şeyi yakarak içlerine alıyordu. Ormanlar ve içinde yaşayanlar yok edildi, nehirler bir hiçliğe doğru kaynadı, ve insanlar ortaya çıkan bu güç karşısında korkudan taş kesildi.

Nesiller sonra, Akara yok edilen ormanların çoğunu yeniledi. Hayvanlar dünya üstünde tekrar dolaşmaya ve nehirler eskisi gibi tekrar akmaya başladı. İnsanlar da kayıplarını tekrar tedarik ettiler. Yeni kuşakların çoğu atalarının başından neler geçtiğini bilmiyorlardı. Onlara göre, sessiz dağlar arada bir ateş kusuyordu, yapmaları gereken onların cezbedici büyüsüne karşı ihtiyatlı davranmaktı. Aslında, bir çoğu oralara ayak basmak bir yana, oralardan aşağıyı Logos’un bir zamanlar yaptığı gibi seyretmiyorlardı bile. Bundan dolayı Logos yeniden kendi içine çekildi ve olan bitenle de hiç ilgilenmedi.

Bu kez Akara, Logos’un üstlenmesi gerektiği görevi almaya kararlıydı. Fakat onun kolayca vazgeçmeyeceğini bildiğinden, yaşamın iyiliği için zayıf kalpli Logos ve zararlı Pathos’dan kurtulmak için komplo tasarladı.

Diğer tanrıların bilmediği fakat Akara’nın bildiği bir tanrı daha vardı. Bu tanrı yok etmekten başka bir şey bilmeyen Cypher’dı. Bazıları, Cypher’ın Carnac’a kendi metodlarıyla yok etme fikrini yerleştiren Tanrı olduğuna inanırdı. Pathos değişimden sorumlu olsa bile, onun doğasında yok etmek yoktu. Birçok tarihçi bu konu üstünde yıllarca tartışacaktır.

Kendisine Cypher’ın bu varlığı söylendikten sonra, Logos sürekli olarak Akara’ya bu yeni tanrı hakkında sorular sormaya başladı.

Cypher’ın nasıl var olduğunu ben bilmiyorum, fakat bir şey kesin o da onun yaratma gücünün olmadığı. O toprağı dağların üstüne öremez, yağmuru kara dönüştüremez ya da bu dünyaya hayat getiremez. Yapabildiği şey en büyük dağı en küçük toz halinde öğütmek, karı buhar yapmak, ve yaşayan her şeyi vurmak. Onun yoketme gücünden başka bir şeyi yok. Pathos’tan kurtulmak için onun gücüne ihtiyacın var.

Bunu duyar duymaz, Logos Cypher adlı bu tanrıyı aramaya koyuldu. Kendi dünyasının eski düzenine döneceğinin hayaliyle yola çıkarken, tanrıçanın belli belirsiz gülümsemesini farkedemedi.

Karşılaştıklarında, Cypher, Logos’un düşündüğü gibi gücü yansıtan bir obje değildi. Aksine, muhteşemliğinin tersini yansıtıp yorgun ve bitkin gözüküyordu ve diğer tanrılarda olan ihtişam onda yoktu. Her şeye rağmen Logos hayat tanrıçasına güvendi ve Cypher’dan bir iyilik istedi…

Akara’nın Cypher’a daha önce yaklaştığını ve kendinden öncekileri yok etme fırsatından bahsettiğinden habersizdi. “Pathos’u öldürmelisin.” diye önerdi, Akara. “Logos, idealist ve zayıf onu zevk için bile öldürebilirsin.” Cypher Akara’ya güvendi. Ne de olsa yaşamın saflığı, içinde hiç bir kötülük bulundurmazdı.

Pathos’la karşılaşmanın hazırlığını sürdürürken, Logos etrafına bulutlar çizdi. Bulutlardan öyle güzel keskin bir cisim yaptı ki bu o cismin ölümcüllüğünü maskeledi. Onu Cypher’a verdi ve birlikte Pathos’un yaşadığı yer olan Carnac’ın en derin vadisine gitmek için yola koyuldular.

Vadinin ağzında durdular. Değişim tanrısının böylesine verimsiz bir yerde yaşaması ilginçti. Yaklaştıklarında, Pathos gölgelerin arasından dışarı çıktı. Varolan en iyi tahtadan yapılmış bir mızrağı vardı. Bu mızrak etrafına yaşamın ta kendisini yayıyordu ve içinde belirli bir sakinlik vardı, tıpkı sakin bir orman gibi. Böyle bir silahı sadece “biri” yapabilirdi.

Bu ikisinin gelişiyle ilgili olarak Pathos’u ziyaret eden bu “biri” sabırla kaçınılmaz olarak düşündüğü şeyi bekliyordu: Logos’un, Pathos’un, ve belki biraz şansla Cypher’ın sonunu!

Savaş çok kızışmıştı, Cypher saldırırken mücadelecilerin ağzından bir kelime bile dökülmedi. Pathos sadece ayakta durup saldırıları kesiyor ve yapabilirse karşılık vermeye calışıyordu. Logos da savaşı izleyip, Pathos’un sonunun gelmesi için dua ediyordu.

Eşit güçlü tanrılar, kendilerine avantaj sağlamak için kişisel güçlerine döndüler. Pathos, yıldızları ve güneşi silip dünyayı karanlığa boğdu. Zaten karanlık vadiyi çok tanımayan Cypher iyice körleşti. Pathos, mızrağıyla rakibini omzundan yaraladı. Çok kızan tanrı, vadiyi içindeki bütün kayaları aleve vererek yok etmeye başladı. Alevlerin ortalığı aydınlatmasıyla tekrar görmeye başladı. Bu sırada Pathos’u yanan ormanın saçtığı ışıktan yararlanarak fark etmişti…

Bu andan yararlanıp ileri atıldı ve Pathos’un sol eline şiddetle saldırdı.

Pathos, sanki kanı içinden çekilmişcesine bağırdı. Cypher ve Logos zaferle ona bakarken, Cypher ve Pathos’un içinde enteresan bir şey olmaya başladı. Dış görünüşlerinde bir değişiklik olmamasına rağmen, onların hayat gücü parçalandı ve birbirlerinin içinde yeniden şekil aldı. Biraz büyüyle, Pathos şimdi Cypher’ın vücudunda yaşıyordu. Cypher’ın özü biraz önce yaraladığı Pathos’un bedenindeydi…

Acı içinde olmasına rağmen Cypher’ın ruhu ölümün kolayca gelmesini reddetti. Son olarak, mızrağı aldı ve kendi vücuduna, kendinden çalınan vücuda sapladı. Kendi dehasını yansıtan Pathos yoketme Lord’u tarafından kendine atılan mızraktan kaçmadı.

Cypher ölürken Pathos öldü. Cypher daha da zayıfladı. Vadi yanarken Logos kaçınca daha da yalnız kalmıştı. O sırada anladı ki artık onun güçleri yok etmeye yaramıyordu. Fakat biraz çabayla değişimi Pathos’un kullandıği gibi kullanabildi. Bütün güçlerini yaralı koluna odaklayarak, önce kanamayı durdurdu. Sonra da kas ve kemiklerini çekerek kaybolan organın yerini tutmasını sağladı.

Tamamen iyileşip, yeni gücünü bulup herkesin duyacağı şekilde bağırdı: “Yeniden doğdum. Dengim yok. Korkun benden!

Gücünü göstermek için vadiyi paramparça etti, ve taştan olmayan fakat camdan bir abide meydana getirdi. Bu abide her yöne bakan keskin kenarları ile belki güzel değildi, ama gene de değerinden bir şey kaybetmemişti. İnsanlar, toplu halde gidip tanrıları Cypher’a biat ettiler.

Bölüm III: Pianna Şövalyeleri’nin Hikâyesi

Yaratılış kumaşının hassas bir yapısı vardı. Pathos’un ve Cypher kimliğindeki yeni Pathos’un getirdiği değişikliklerle, Carnac değişim sinyalleri vermeye başladı. İlk başta, çok önemli olmayan değişimlerdi bunlar. Çiceklerin kokusu yok olmaya, mevsimler tahmin edilemez bir hal almaya, ve o arada bir kahverengi su akmaya başladı. İnsanların farkettiği bu şeylere yorumuysa şu oldu: “Hiç bir açıklamaya gerek yok, bazen bir şeyler oluverir.

Bütün bunlar Cypher’ın yaptıkları değildi, kendisine göre o yeni bulduğu bu öznelerle çok meşguldü. Yıllar sonra, insanoğlu altı büyük krallığa bölündü: savaşçılığıyla ünlü Cole ait Hellsgarem, limanları ve gemileri çelikten Buegrant, beyaz şehir Ardream, hasadı muhteşemliğiyle ünlü olan Planisad, ticaretin merkezi Brisbia ve en son olarak da bütün bunlardan en uzaktaki El Morad…

İşte bu zamanlarda, ilginç yaratıklar Carnac’ın her tarafında görünmeye başladılar. Önceleri, onların kurtlar, ayılar ya da diğer vahşi hayvanlardan olabilecekleri sanıldı.

Ama onlar farklıydı.

Her geçen yıl farklılıkları daha da büyüdü. Taştan varlıklar, sihir, ve her şeyden kötüsü daha önce arkadaş olanlar şimdi anime edilmiş, yaşamı kendilerinin anladığı bir ortama dönüştürmeye, yani ölümü getirmeye çalışan cesetler olarak yeniden dünyaya gelmişti.

Uzun zaman geçmeden, bu cehennemden gelen yaratıkların sayısı öyle çok arttı ki, yüksek duvarların ve savunmacılarının koruduğu insan şehirleri bile onların gücüne boyun eğdi. İlk olarak Planisad düştü ve haliyle yiyecek kaynakları azaldı. Daha sonra Brisbia ve Arrdeam düştü. Güçlü barbar krallık Hellsgarem bile ayakta duramadı. Düşmesine izin vermeyip kendi şehirlerini kendileri yaktılar. Bazı hayatta kalanlar Buegrants’in gemileriyle kendi şehirlerini terk edip, deniz yoluyla El Morad’a kaçtılar.

El Morad’ın yöneticisi Kral Manes sığınmacıları ön yargı yapmadan aldı. Hali olanlara da orduda yer verildi. Yeni savaşçılar yetiştirildi, saldırı başlamadan, malzemeler getirildi, silahlar yapıldı ve zırhlar parlatıldı. El Morad’ın vatandaşları şehirlerinin düşürülmesine izin vermemeye kararlıydı ve daha önce başka şehirlerden kaçıp gelenler bu şehirdekilere tamamen sağdıktılar. Zaten El Morad düşürülürse gidecek başka yerleri de yoktu. Bazı olaylarla birlikte, önemsiz El Morad insanoğlunun en son tutunduğu güçlü yer olarak kaldı. Eger düşerse insanoğlunun var oluşu duracaktı.

Kazanılan ilk güvenden sonra, saldırılar zaman, sıra, ve düzen gözetmeksizin yapılmaya devam etti. Yedi uzun yıl savaştılar ve yedi uzun yıl Kral Manes çektikleri eziyete karşı sağır kulak ve kör göze dönen tanrılara dua etti. Tarihin onların çektiği eziyeti biraz daha ileriye götürmesine rağmen, kahramanlarımız ilk iki yıl sonrasında, saldırılara alıştılar ve kendilerini geliştirdiler. Başarıya gidiyorlardı. Duvarlarının güvenliğinin dışına çıkmaya bile cesaret ettiler. Metal için şehirin arkasındaki dağlara tünel kazdılar. Silahlı birlikleri ormana göndererek tahtalar topladılar. Yiyecek bulmak karşılaştıkları ilk sorun olarak öne çıktıysa da, nüfusu dağ içlerine ve yer altına kaydırarak yeterli ölçüde ekip biçilecek arazi elde ettiler…

Üçüncü yıl, yetenekli ve tecrübeli savaşçılar bu canavarları avlamaya başladılar. Küçük sayılar halinde seyahat eden bu birlikler zayıf yaratıkları ve diğerlerinden çok ayrı kalmış canavarları bulup öldürdüler. Bu savaşçılar geriye macera ve ihtişamin hikayelerini getirdiler. Daha sonra bu birlikler kendilerini organize ederek Pianna Şövalyeleri’ne dönüştüler. El Morad’dan ayrı yaşadılar ve hayatlarını işlerine adadılar. Hatta içlerinden bazıları sihir ve iyileştirme sanatlarını öğrendiler. İnsanlar olumlu olunca unutulmuş olan sanatlardı bunlar.

Yedinci yılın son gecesi, sıradışı bir şey oldu. El Morad üstüne kırmızı yağmurlar yağmaya başladı. Yeşil bir sis bulutu yakınlaştı. Yıllar sonra ilk defa bir alarm verildi, herkes kapılara koştu ve bir çok kişi korkuyordu.

Kral Manes onu kimin dinlediğinden habersiz dua etti. Bu kez ona cevap veren Cypher olmuştu.

Kral Manes “Çok uzun süredir dua ettiğim sendin. Neden şimdi cevap veriyorsun?” diye sordu. Tanrılar şu ana kadar hiç cevap vermemişlerdi ve birçok kişi varlıklarından şüphe duymaya başlamıştı.

Gerek yoktu.” diye bir cevap geldi.

Hergün bir insanım ölüyor, bundan daha büyük bir gerekçe mi var?

Gerek yoktu.

Kurtuluşu görmek için kararlı olan kral, “Senin her şeye gücün var, her şey düzene girecek, bizler senin hizmetkarlarınız.” dedi.

Hizmetkarlar doğan sonuçlardan muaf değildir. Bugün kendimi size gösteriyorum, son yakındır. Bu yoketmeyi ben istemedim, benim gücüm bunu başlattı ve bunu itiraf etmek beni mutlu ediyor.

Kral kızarak “Sen bir tanrı olabilirsin Cypher, fakat kimsenin moralimizi bozmasına izin vermeyeceğiz!” dedi. Kral ayağa kalktı ve kılıcını çekerek sesin geldiği yöne doğru yükseltti. “Eğer bize yardım etmeyeceksen, sonumuza beraber gideriz!” dedi.

Fakat Cypher o sırada zaten gitmişti.


Bir meclis üyesi terini silerek “Yapabilecek bir şeyler olması lazım.” dedi. Bu arada başka biri de esnememek için kendini zor tutuyordu. Cypher göründüğünden beri bir gün olmak üzereydi ve bütün lord ve liderler bu konuyu bir gece öncesinden beridir tartışıyorlardı.

Planisadian Lord’larından biri ayağa kalktı ve yaklaşan yeşil sisten kurtulma niyetini yineledi. Keşifçilerden hiç kimse geri dönmedi ve o ilk olarak bunun bir kurtuluş sesi olduğuna inandı, fakat sonra tekrardan durumu değerlendirdi. Herkesin buna inanması günler sürerdi ve zaman zaten kısalmaya başlamıştı.

Fazlaca cesaretli Erenion “Hayır, burda kalıp savaşır, Cypher’ı öldürürüz ve tekrardan eski iyi halimize döneriz.” dedi. Elini yayına kaydırdı ve az daha kadehini doldurmakta olan yorgun hizmetkarı yere indiriyordu. “Yeterince kaçtık!

Mecliste gürültü vardı, bu ilk defa birinin önerdiği bir şey değildi ve tek çözüm olduğunu herkesin bilmesine rağmen, bir tanrıyla savaşmaya isteksizdiler. Biri “Deli misiniz? Cypher bir tanrıdır!” diye bağırdı.

Burada kalacağız fakat savaşmayacağız.

Oda sessizliğe büründü. Kalıp savaşmamak nasıl olurdu? O zaman ne yapılması gerekirdi? Sadece ölmek mi? Bazıları kralın bazı şeyleri hissedebildiğini düşündü. Birçok kişinin majestelerinin tanrı Cypher’la konuştuğuna inanmak için ikna edilmeleri gerekiyordu…

Pianna Şövalyelerini gönderin.


Pianna Şövalyeleri, bütün nüfusun tezahüratları arasında kale kapılarına doğru girdiler. Efsanevi kahramanlar buradaydı işte, onların hepsini kurtarabilecek olanlar. Yeni yapılmış zırhları ve parlatılmış kılıçlarını kuşanmış olarak hikaye kitabı kahramanları gibi gözüktüler. Onları gören hiç kimse yenilebileceklerini düşünemezdi.

İki yüz kadar güçlü asker Cypher’ı aramaya koyuldular. Efsane onun yüzyıllar önce camdan bir abide yaptığını ve onun yanında yaşadığını, ilk takipçilerinin onun hizmetkarlığını yaptığını söylüyordu…

Sadece çocuklara anlatılan hikayeler rehberliğinde, Pianna Şövalyeleri el değmemiş arazilere girdiler ve şu anda harabeye dönmüş olan en çapraşık insan yerleşiminden daha öteye gittiler. Ormanda hangi yaratıkla karşılaştılarsa öldürdüler fakat onlar sayıca çok az ve birbirlerinden uzaktı. Sanki birbirlerinden uzağa serpiştirilmiş gibiydiler.

Bir gece yorgunluktan bitkin düştüler ve her biri uyuya kaldı.

İnsanların olduğu vadinin yanındaki yerlerin hayalini kurdular. Ve ilk olarak, yarı bilinçli halleri onları memnun etti çünkü varış noktasına geldiklerini düşünüyorlardı. Fakat rüyaları yakınlaştıkca, insanların yüzündeki ümitsizligi gördüler, bir parça bile mutluluktan yoksun, ruhen ne kadar yorgun olduklarına baktılar. Burası barış dolu bir yer olduğu için anlayamadılar. Çok karışık olmayan gök kuşağı cenneti yükseldiğinde bir ışık abidenin camına çarptı. Ne olduğunu kavradılar, Cypher’ın mağarası buradaydı ve insanlar onun taparcasına sevenleri değil sadece köleleriydi. Onların bilinci abideye doğru döndü. Bu abide sanki ışık yokmuş gibi onu emen kara bir taştan bir yapıydı. Daha yakına sürüklendiler, ancak yapıya yaklaştıklarında, onlara bir elden çok testere gibi görünen şey görüşlerini engelledi.

Rüya sona erdi fakat sabaha kadar kımıldamadılar…

Pianna Şövalyeleri gördüklerini sorun etmediler ve kararlılıkları hiç azalmadı. Fakat onların bilgisi artık limitsizdi. Sanki biliyormuşcasına batıya doğru gidiyorlardı. Akıllarında ve kalplerinde çoktan beri unutulmuş duayı tekrar ediyorlardı:

Biz senin çocuklarınız,
Çoktan beri unutulsak da,
Çoktan beri unutulsak da,
Bizi terk etme.

Batıya doğru rüzgar gibi atlarını sürdüler. Günlerce atlarının üstünde; ne onlar ne de atlar açlık ya da yorgunluk hissetti. Günlerce yol katettikten sonra bir şey gördüler. Bir abide, tıpkı bir elmas gibi çok uzaklardan parıldıyordu. Rüyalarında bunu görmüş olsalar bile, gene de bu muhteşemliğe önceden hazır değillerdi. Atlarından bir tanesinin kişnemesiyle ilk şaşkınlığı üzerlerinden atıp tekrar yollarına devam ettiler.

Ertesi günün sabahında, geçişi olmayan bir engelin yollarına çıktığını farkettiler ve abideye ulaşmalarına çok az kalmıştı. İleride hiç bir şey görünmüyordu ve atlar bu görünmeyen çizginin ötesine geçmek istemediler. Bazı şövalyeler atları ilerlemeleri için zorlamalarına rağmen bu çabalarında başarısız oldular. Yaklaştıkça, o bölgeye geçiş tutkuları sanki kaybolmuş gibiydi.

Öğleye kadar kimse ilerleyememişti fakat arazide bir değişim başlıyordu. Onları saran orman ve çimen sanki gördükleri bir hayalmiş gibi yok oluverdi. Yer çok çabuk bir şekilde kupkuru oldu ve çatlamaya başladı. Bir anda üstünde oldukları yer yarıldı ve hepsi içine düştü. Bu düşmeyle birlikte bir çok kişi yaralandı ve bazıları da öldu. Hayatta kalan şövalyeler kendilerini bir anda daha önce çarpıştıkları bütün canavarların arasında buldular. Hatta şövalyeler hiç görmedikleri bazı canavarlarla bile karşı karşıya kalmıştı.

Cypher ayakta dururken neredeyse yukarıdaki sarkıtlara değecekmiş gibi duruyordu. Onu hiç tanımasalar bile aradıkları varlıkla karşı karşıya olduklarının bilincine varmışlardı.

Bir işaretle Pianna Şövalyeleri kendilerini her yönden kuşatılmış buldular. Kalkanlardan bir çember oluşturacak şekilde hizalandılar ve yaralıları ve iyileştiricileri korumak için ellerinden gelenin en iyisini yaptılar. Şövalyeler savaşta çok yetenekliydi. Sadece bir kardeşleri kayıp verirken düşman on kayıp veriyordu. Fakat savaş onları iyice yorduktan sonra, sayıları ciddi bir şekilde azalmıştı. Zaten düşman saldırıları da duracağa benzemiyordu..

Şövalyelerin sayısı elliden daha da azaldığında, canavarlar kuşatmayı durdurdu. Geri çekildiler ve Cypher ileri geldi. İlk defa onu bu kadar yakından görünce şövalyeler Cypher’ın kim olduğunun farkına vardılar. Devasa şeklinin yanında, sadece yaşlı birinden biraz daha iyi gözüküyordu. Bekledikleri o hiddetli tanrı karşılarında değildi.

Alay edermişcesine, “Pianna Şövalyeleri hoşgeldiniz. Yoruldunuz galiba.” dedi.

Şövalyeler cevap vermediler. Onun yerine kılıcı çekili olanlar bir hedef seçip kılıçlarını bu hedefe sapladılar. Sihir sanatını kullanabilenler güçlerini açığa çıkartıp ateş ve yıldırımla önlerine kim çıkarsa saldırdı. Saldırı çok acımasızdı ve Cypher, bir kaç yüz canavarın ölümünü sadece izleyebilmekle yetiniyordu. Şövalyeler verdikleri kayıplara rağmen artık her şey tamamen bitmemişti. Önlerine çıkabilecek tek bir yaratık kalmamıştı. Hala yaşayan canavarlar feci bir şekilde kan kaybediyorlardı. Şövalyeler Cypher’ı çevreledi. Bir tanrıyı sırf fiziksel güçleri ve bildikleri yetersiz büyülerle yenmek imkansızdı. Cypher bunu bildiğinden dolayı korkmuyordu. Daha önceden ölen ya da yaralanan şövalyeler hareket etmeye başlamıştı. Tekrardan ayağa kalkabileceklerdi fakat kimseyi eskisi gibi kardeş ya da arkadaş olarak görmeyeceklerdi

İlk zombiler sertleşmiş parmaklarını düşmüş olan kılıçlarına yaklaştırırken, ateşten kelimeler yaşayan şövalyelerin aklını yakıyordu. Sebebini bilmeden, daha önce tekrarladıkları duayı söylemeye başladılar:

Biz senin çocuklarınız,
Çoktan beri unutulsak da,
Çoktan beri unutulsak da,
Bizi terk etme.

Ölüp tekrar ayağa kalkanların sayısı artıyor ve silahlarını kuşanıyorlardı. Pianna Şövalyeleri hayatlarında hiç bir zaman böylesine korkuyu ve umudu aynı anda hissetmediler. Ve devam ettiler:

Biz senin çocuklarınız,
Çoktan beri unutulsak da,
Çoktan beri unutulsak da,
Bizi terk etme.

Bu kelimelerin sesi mağarada daha da şiddetlenerek yankılanıyor, eski duvarlarda tekrar duyuluyor ve sarkıtları sallandırıyordu. Bu dualar devam etti:

Seninle tekrardan birlikteyiz,
Bizi duyabilirsin,
Yalvarışımızı dinle.

Cypher onların acınası duasını önemsemedi ve üzerlerine güçlerini tekrar ateşledi. Mağaranın tavanı kahramanların başına çökmeye başlamış ve bir çok kişi düşen granitler yüzünden hayatını kaybetmişti. Şövalyeler tereddüte düşmüşlerdi:

Bu son,
Geri dönmek istiyoruz,
Evinde bizi memnuniyetle karşıla.

Cennetlerden gelen bir ışık yıldırım gibi çarptı. Yaratıcı Logos, geçmişten geleceğe, nesilden nesile aktarılan kurtuluş dualarıyla güçlenmiş muhteşem okundan yayılan enerji sayesinde bir şimşek yarattı. Bu şimsek bulutları ve mağaranın tavanını delerek geçti ve korkmuş olan Cypher’ı omuzundan vurdu. Logos’u kutsamayan herkesi kör edebilecek bir ışıldamayla, Cypher yok edilmişti. O ise sadece intikam için son çığlığıyla duvarları titretebildi..

Bana acı çektiren herkes benim siyah kanımla lanetlenecektir.

O anda Cypher’ın haykırışını bastıran çok net ve sevgi ile dolu başka bir ses daha duyuldu;

Evinize hoşgeldiniz.

Bölüm IV: Cypher’ın Laneti

Cypher’ın aldığı yenilgiyle birlikte, yeşil bulut yükseldi ve zafer sarhoşu Pianna Şövalyeleri, El Morad’ın tümünü bulmak ve kendilerinin dönüşünü bekleyen kutlamalar için eve doğru ilerlediler. Yedi sene gibi uzun süren bir savaş insanoğlunun zaferiyle sonuçlanmıştı. Serüvenlerinin hikayeleri hızlıca El Morad’ın insanları arasında yayıldı ve çok kısa bir süre de tanrı Logos’a adanan tapınaklar inşaa edildi.

Hüküm süren barışla birlikte insanlar şehir dışında risk almaya başladılar. İlk olarak bir zamanlar onları koruyan hasarlı duvarlar ve siperlerin hemen ötesinde küçük çiftlikler belirmeye başladı. Sonra her türden ekin yetiştiren tarlalar ve tarımı destekleyen köyler boylu boyunca hızla çoğalmaya başladı.

Tanrı Logos’un kutsaması ile hepsi de başarıyla gelişti. Fakat barış El Morad’ın topraklarında çok uzun sürmedi.

Zaman ilerledi ve El Morad’ın topraklarında yeni bir hayata başlayan şövalyeler Cypher’ın siyah kanını taşıyan çocuklar dünyaya getirdiler. Siyah kanın içerisindeki şeytan, insanlar arasında hastalığa yol açtı ve bela kısa sürede krallığı sardı. İnsanlar bu hastalığın sebebini öğrendiklerinde öfkeliydiler. Bazı çocuklar vahşi hayatın içine bırakıldılar. Bazıları da karanlığın içinde ve lağımlarda, insanların gözünden uzak yaşamaya zorlandı. İnsanlar bu lanetli, ork işaretleriyle doğan çocuklara Tuarek adını verdi.

El Morad’ın papazları Tuarekler’i tuttu ve onları şeytani işaretlerinden arındırdı. Hiçbir şansları olmayan Tuarekler, El Morad’da esir olarak yaşamakla yetinmek zorunda kaldılar.

Kısa sürede Tuarekler’in arasından bir lider ortaya çıktı ve onları korkusuz ve utanmasızca el değmemiş vahşi bölgelere yönlerdirdi. Onlara dövüşme tekniklerini ve bu ortamda hayatta kalma yollarını öğretti. Bu kişinin adı, kahraman ve Tuarek’in ruhsal lideri olan Xigenon idi. Xigenon şeytani yandaşlarına kuzeyi göstererek liderlik etti. Yol boyunca Pathoslardan kalan askerler ve kendilerini kovalayan El Morad askerleriyle sık sık savaşmak zorunda kaldılar. Üç yıl boyunca açlıktan ölerek ve soğuktan kırılarak Xigenon’u vahşi topraklara doğru izlediler ve dünyanın sonu olarak söylenen Eslant dağını geçtiler. Dağın üzerindeki düzlüğün üzerindeki yer Luferson Kalesi idi ve bu yer Cypher’ın yıkımına başlanan yerle aynı idi. El Morad askerlerine karşı güvenli olduğu için Xigenon, krallığını Luferson Kalesi’nin etrafında kurdu. Krallığına Karus’un ülkesi adını verdi.

Fakat birçok Tuarek’in şeytani işaretleri El Morad’ın papazı tarafından ellerinden alındığı için sert buzlarla kaplı arazilerde yaşamak için çok zayıf kaldılar. Bir çok Tuarek sert iklim koşullarına dayanamadıkları için öldü ve onları bu topraklara yönlendirdiği için Xigenon’a kızmaya başladılar. Xigenon, Turekler’i kurtarması için Logos’a dualar etti fakat Logos yanıt vermedi. Her nasılsa tanrı Diez kendisine dua edenlere cevap verdi.

Buna bağlı olarak Xigenon ruhunu, insanları adına Diez’e sattı ve şehrin ortasına kötülüğe adanan bir tapınak kurdu. Kendisine kötülüğün kurban edilmesi emir verildi. Bu da eski zamanlardan kalan bir labirentin hakimi, Görgon’un kafasıydı. Xigenon elindeki en güçlü savaşçısı olan Kukleen’i Görgon’un kafasını kesmesi ve Luferson Kalesi’ne getirmesi için kıtanın batıdaki en son noktası olan Kukleen’a gonderdi. Kafa tapınağa yerleştirildikten hemen sonra güçlü şeytani kuvvetler kaleden akmaya başladı ve Tuarekler’in bedenlerinden alınan kötülük işaretleri geri geldi…

Öncesinden daha güçlü olan Tuarekler kıta boyunca yayılmaya ve El Morad’ı bir kez daha tehdit etmeye başladı. İmparatorluğun 492. yılı içinde, El Morad Karus’un şeytani güçlerinin daha fazla yayılmasını önlemek için, şehrin ortasına tapınak inşaa etti ve gruplar dolusu şövalyeleri organize ederek Karus’a karşı savaş ilan etti.

Karşı önlem olarak Xigenon, El Morad’ı devirmek ve geçmişteki kötü muamele ile zulümün öcü için yemin etti. Savaş, arazi için değil yaşamak için 200 yıl sürdü.

Böylelikle sonsuz savaş başlamıştı…